GİRİŞ

2020 senesi her ne kadar COVID-19 salgınının gölgesinde geçse de yerleşik yaklaşımların değişmesi de dahil pek çok yeni uygulamaya tanık olduğumuz bir sene oldu.Moroğlu Arseven olarak bu güncel gelişmelerin ele alındığı 10 makaleyi bir araya getirerek geride bıraktığımız seneyi değerlendirdik.

Güzel ve sağlıklı bir yıl dileriz.

1. Zorunlu Arabuluculuk Uygulamasına Gelen İstisnai Yaklaşım

Yargıtay: Bir Bölümü Para Alacağına Yönelik Olmak Üzere, Dava Konusunun Birden Fazla Olduğu Davalar Bakımından Arabuluculuk Zorunlu Değildir.

19 Aralık 2018 tarihinde kabul edilen ve 30630 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Abonelik Sözleşmesinden Kaynaklanan Para Alacaklarına İlişkin Takibin Başlatılması Usulü Hakkında Kanun ile 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’na (“TTK”) eklenen 5/A maddesi ile ticari alacak davalarında zorunlu arabuluculuk şartı getirilmiştir.

TTK 4/1-a hükmü gereğince, taraflardan birinin tacir olup olmadığına bakılmaksızın fikri mülkiyet mevzuatından doğan bütün uyuşmazlıklar ticari dava sayılmıştır. Zira aynı maddenin 4/1-f hükmünde fikir ve sanat eserlerine ilişkin haklardan doğan davaların, bir tarafın işletmesiyle ilgili olması şartıyla ticari dava olduğu açıkça belirtilmektedir.

Dolayısıyla, zorunlu arabuluculuk şartı fikri ve sınai haklara ilişkin davalarda da uygulanmakta; konusu tazminat talepli fikri ve sınai haklara ilişkin davalar bakımından dava açılmadan önce arabuluculuk ofisine başvurulması, anlaşmaya varılamaması hâlinde, arabuluculuk son tutanağı aslı veya arabulucu tarafından onaylanmış bir örneğinin de dava dilekçesi ile birlikte sunulması gerekmektedir. 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu uyarınca arabuluculuk tutanağının sunulmadığı hâllerde mahkeme tarafından tutanağın sunulması için iki haftalık süre verilirken, arabulucuya başvurulmadan dava açıldığının anlaşılması hâlinde ise davanın, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddine karar verilmektedir.

Zorunlu arabuluculuğun, birden fazla asli talebin birlikte ileri sürüldüğü davaların yığılması hâllerinde nasıl uygulanacağı konusunda genel kabul gören görüş bu sene içerisinde değişmiştir. Uygulamanın ilk dönemlerinde, arabuluculuğun dava şartı olduğundan bahisle, para alacağı talebi ihtiva eden her dava bakımından arabuluculuğun dava şartı olduğu yaklaşımı, yerini taleplerin bağımsız değerlendirilmesi prensibine bırakmaya başlamıştır. Bu kapsamda, yeni yaklaşım, her bir talebin bağımsız bir dava olmasından sebeple, dava şartlarının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği ve taleplerden biri için zorunlu arabuluculuk dava şartı olarak düzenlenmişse, bu talep yönünden arabuluculuk mekanizmasının uygulanması gerektiği yönündedir.

Ne var ki, davaların yığılması hâllerinde, talepler tek tek ele alınsa da, arabuluculuk şartının ne şekilde değerlendirilmesi gerektiğine yönelik yeknesak bir uygulama da gelişmemiştir. 2020 yılında gündeme gelen yaklaşımlardan biri zorunlu arabuluculuğun dava şartı olarak düzenlendiği talep bakımından, dava arabuluculuğa başvurulmadan açılmış veya tutanak verilen süre içerisinde sunulmamış ise, bu talebe yönelik davanın tefrik edilmesi ve tefrik edilen davanın usulden reddine karar verilmesi şeklinde olmuştur.

Bu doğrultuda, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi E. 2019/3048 ve K.2020/1093 sayılı kararı karşı oy gerekçesinde, menfi tespit davası açısından arabuluculuğun dava şartı olmadığı ve arabulucuya başvurmanın taleplerden biri için zorunlu diğeri için ise zorunlu olmadığında taleplere ilişkin dosyaların tefrik edilerek, zorunlu arabuluculuğun öngörüldüğü alacak ve tazminat talepleri bakımından arabuluculuk şartının yerine getirilmesi gerektiği savunulmuştur. Nitekim, fikri ve sınai haklar ilk derece mahkemeleri tarafından görülen davalarda, tazminat talepleri ile beraber açılan tecavüz davalarında, davaların tefrik edildiği, tazminat talebi bakımından arabuluculuk şartının yerine getirilmemesi nedeniyle usulden ret kararı verildiği, diğer talepler bakımından incelemeye devam edildiği gözlemlenmektedir.

Ancak yakın tarihlerde verilen karar ile daha katı olan zorunlu arabuluculuk yaklaşımından uzaklaşmaya başlandığı gözlemlenmiştir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, 17 Şubat 2020 tarih ve 2020/197 E. ve 2020/1578 K. sayılı kararı ile tespit ve bir miktar paranın tahsilinin birlikte talep edildiği bir dava hakkında bölge adliye mahkemesinin bu tarihe kadarki uygulamaya uygun şekilde vermiş olduğu kararı, “arabuluculuğa tabi olmayan bir dava ile birlikte açılan tahsil davasının da arabuluculuk dava şartına tabi olmayacağı” yönündeki gerekçe ile bozmuştur. Buna göre Yargıtay, davaların yığılması hâlinde, zorunlu arabuluculuğa tabi olmayan bir talep ile açılan alacak davaları açısından zorunlu arabuluculuğun artık bir dava şartı olmayacağı yönünde hüküm kurmuştur.

Akabinde 11. Hukuk Dairesi, fikri ve sınai haklara ilişkin konusu parasal olmayan talepler ile birlikte açılan tazminat uyuşmazlıklarında da aynı yönde kararlar kurmak suretiyle zorunlu arabuluculuk uygulamasına ilişkin gerek ilk derece mahkemeleri kararlarına gerekse de Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Daire Başkanlığı görüşüne istisna yaratmıştır.

Nitekim Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 10 Haziran 2020 tarih, 2019/4851E. ve 2020/2732K. ile 4 Kasım 2020 tarih, 2019/3611E., 2020/4734K. sayılı kararlarına konu tazminat talepli tecavüz davalarında, ilk derece mahkemeleri davaların, arabuluculuğa başvurulmamış olması sebebiyle usulden reddine karar vermiştir. Davacılar tarafından ret kararlarına karşı yapılan istinaf başvuruları da bölge adliye mahkemeleri tarafından reddedilmiştir. Davacı tarafların temyiz yoluna başvurmaları sonucu her iki dosya da 11. Hukuk Dairesi tarafından incelenmiştir.

11. Hukuk Dairesi, söz konusu kararlarında, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan tazminat istemlerine ilişkin davalar açısından arabuluculuğa başvurmanın dava şartı olduğunu belirtmiş ancak arabuluculuğa tabi olmayan bir dava ile birlikte açılan tahsil davaları açısından ise artık arabuluculuğa başvurulmasının dava şartı olmayacağı yönünde hüküm kurmuş ve bu gerekçe ile bölge adliye mahkemesi kararlarını bozmuştur.

11. Hukuk Dairesi’nin art arda vermiş olduğu, yeknesaklaşmakta olan uygulamaya aykırı kararlar, uygulama açısından soru işaretleri yaratmıştır. Ancak, Yargıtay’ın ilgili kararlarının doğrudan tüm mahkemeleri bağlayıcı olmaması nedeniyle, bu hususta Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından bir karar verilene dek, tazminat talepleri ile beraber açılan davalarda arabuluculuk dava şartının yerine getirilmesi olası hak kayıplarının önlenmesi açısından önem teşkil etmektedir. Konuya ilişkin uygulama, içtihatlar ile oluşacaksa da 11. Hukuk Dairesi’nin görüşünün benimsenmesi hâlinde özellikle fikri sınai haklara ilişkin davalarda tazminat talebinin çoğunlukla tecavüzün tespiti talebiyle birlikte açıldığı düşünüldüğünde bu alanda arabuluculuk uygulamasının işlevini kaybetme ihtimali gündeme gelebilecektir.

2. Güncel Yargıtay Kararı Sonrasında Tanınmış Markalar Sicili Tutulmaya Devam Edilecek mi?

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, 5 Şubat 2020 tarihli, 2019/2980 E. ve 2020/991 K. sayılı güncel kararıyla, davalının markasının Türk Patent ve Markalar Kurumu (“KURUM”) Tanınmış Markalar Sicili’ne tescili talepli davada, Tanınmış Markalar Sicili’ne kayıt hususunda KURUM’un yasal bir dayanağı bulunmadığına ve marka sahiplerinin işbu sicile kayıt hususunda hukuki menfaatlerinin bulunmadığına hükmetmiştir.

Tanınmış Marka Sicili ve Geçmiş

19 Kasım 2003 tarih ve 25294 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5000 sayılı Türk Patent Enstitüsü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun uyarınca, KURUM “markaların tanınmışlık düzeyleri ile ilgili esasların belirlenmesi ve uygulamaya konulması işlemlerini yapmak” ile görevlendirilmiştir. Bu görevlendirmeyi takiben 19 Kasım 2003 tarihinde KURUM “Markaların Tanınmışlık Düzeyleri ile İlgili Esaslar ve Uygulaması” adlı bir duyuru yapmış, 2003 yılından itibaren Tanınmış Markalar Sicili tutmaya başlamıştır.

Yargıtay da 2003 yılından sonra kararlarında, 5000 sayılı Kanun’da tanınan yetkilere de atıfta bulunarak, KURUM’u tanınmış markaların tespiti hususunda öncelikli yetkili merci olarak esas almıştır. İleride muhtemel tecavüz eylemlerine dair sadece tanınmışlığın tespiti talepli ikame edilen çekişmesiz davalarda Tanınmış Markalar Sicili’ne başvuruda bulunulmuş olunmasının, bir dava şartı olduğunu içtihat etmiştir.

Öte yandan, takip eden yıllarda Yargıtay, tanınmışlık durumunun sabit olmaması, sicile tescilden sonra geçen yıllar içerisinde markanın tanınmışlığını kaybedebileceği ve bunun karşısında Tanınmış Markalar Sicili’nin güncellenen bir kayıt sistemi olmaması gerekçeleri ile Tanınmış Marka Sicili’ne kaydın tek başına bir markanın tanınmış olduğuna ispata yeterli olmadığını, dolayısıyla her somut olayda tanınmışlık hususunun ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini de içtihat etmiştir.

Bu kapsamda Tanınmış Markalar Sicili’ne kayıt, tek başına markanın tanınmışlığı bakımından bir ispat kriteri olmamakla beraber uygulamada marka sahipleri ve vekilleri tarafından ispatı kolaylaştıran bir yöntem olarak tercih edilmektedir.

Yargıtay’ın Güncel Kararı

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 5 Şubat 2020 tarih ve 2019/2980 E. ve 2020/991 K. sayılı güncel kararında Tanınmış Markalar Sicili’ne başvurunun, çekişmesiz tanınmışlığın tespiti davalarında bir ön dava şartı olduğu ve KURUM’un bu hususta yetkili olduğu yönündeki yerleşik içtihadından dönmüştür.

İlgili dava marka sahibi tarafından, KURUM nezdinde Tanınmış Markalar Sicili’ne kayıt talepli yapılan başvurunun Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulunca reddi kararının iptali ve dava konusu markanın Tanınmış Markalar Sicili’ne tescili talep edilmektedir. Davalı KURUM ise ret kararının usul ve yasaya uygun olduğunu ve davacı markasının tanınmış olmadığını savunmuştur.

Yerel mahkeme yapmış olduğu değerlendirme sonucunda dava konusu markanın sektörel olarak tanınmışlığa eriştiğine ve davanın kısmen kabulüne karar vermiştir. KURUM tarafından işbu karar aleyhine yapılan istinaf başvurusu, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından esastan reddedilmiş, KURUM bunun üzerine karar aleyhine temyiz başvurusunda bulunmuştur.

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, re’sen yapmış olduğu dava şartı incelemesi sonucunda 5 Şubat 2020 tarihli kararında Tanınmış Markalar Sicili’ne kaydın dava şartı olduğu ve KURUM’un öncelikli tespit yetkisi olduğu yönündeki yerleşik içtihatlarından dönmüştür. Yargıtay, KURUM tarafından Tanınmış Marka Sicili oluşturulmuş ise de KURUM’un böyle bir yetkisi bulunmadığını ve daha önceki Yargıtay içtihatlarında da kabul olduğu üzere “tanınmışlığın somut bir olgu olması” ve “her bir somut olayda o markanın tanınmış olup olmadığı ve tanınmışlığını sürdürüp sürdürmediğinin münferiden ispatlanması” gerektiği dikkate alındığında, davacının huzurdaki davayı ikame etmekte hukuki menfaatinin bulunmadığına ve aksi yöndeki yerel mahkeme kararını bozulmasına hükmetmiştir.

Karar ne anlama geliyor?

Yargıtay’ın KURUM’un tanınmış markaların tespitinde öncelikli makam olduğu yönündeki daha önceki kararlarına mesnet 5000 sayılı Kanun’da yer alan benzer bir düzenleme güncel olarak 15 Temmuz 2018 tarihli ve 30479 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Bakanlıklara Bağlı, İlgili, İlişkili Kurum ve Kuruluşlar ile diğer Kurum ve Kuruluşların Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde de mevcuttur. Bununla beraber, KURUM’a açıkça tanınmış marka sicili tutmak hususunda verilen bir açık kanuni düzenleme bulunmamaktadır.

Yargıtay’ın ilgili kararına karşı çok yakın bir tarihte yerel mahkeme tarafından uyma kararı verilmiş olup, karar kesinleşmemiştir. Halihazırda KURUM tarafından Tanınmış Markalar Sicili’ne kayıt işlemleri devam etmekte olup, 2021 yılında Tanınmış Markalar Sicili’ne kayıt işlemlerine devam edilip edilmeyeceği hâlâ henüz bilinmemektedir.

Her hâlükârda, marka sahiplerinin markalarının tanınmışlığını mahkemeler nezdinde ispat edebilmek için yoğun delil sunmaları gerekmektedir. Bununla birlikte, KURUM’un önümüzdeki dönemde benimseyeceği yaklaşıma göre Tanınmış Markalar Sicili’ne kayıt işlevsiz hâle gelebilir, KURUM nezdindeki itiraz işlemlerinde de tanınmışlığın tespiti için yine marka sahiplerinin yoğun delil sunması gerekebilir.

3. Yargıtay’ın Güncel Bakış Açısı: Kötü Niyet Sessiz Kalma Nedeniyle Hak Kaybına Engel Değildir

Türk marka hukukunda “sessiz kalma yoluyla hak kaybı” ilkesi Türk Medeni Kanunu madde 2’de düzenlenen “genel dürüstlük” kuralına atıfla çok uzun yıllardır Yargıtay içtihatları ışığında uygulanan bir ilke olup, 10 Ocak 2017 tarihinde yürürlüğe giren 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (“SMK”) ile ilk defa açık yasal dayanak ve düzenlemeye kavuşmuştur.
SMK madde 25 uyarınca “Marka sahibi, sonraki tarihli bir markanın kullanıldığını bildiği veya bilmesi gerektiği hâlde bu duruma birbirini izleyen beş yıl boyunca sessiz kalmışsa, sonraki tarihli marka tescili kötü niyetli olmadıkça, markasını hükümsüzlük gerekçesi olarak ileri süremez.”

Yargıtay, SMK öncesi 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (“KHK”) dönemi kararlarında sessiz kalmaya ilişkin sürenin somut olayın şartlarına göre belirleneceği yönünde kararlar tesis etmiş olup, süre bakımından farklı uygulamalara yer vermiştir. Örneğin, Yargıtay 2000 yılındaki bir kararında, bitişiğinde yer alan bir firmanın eylemlerine 10 ay süre ile sessiz kalan bir firmanın hak kaybına uğradığını kabul etmiştir.1 2008 yılındaki bir kararda üç yıllık2, 2010 yılında verilen bir kararda ise dört yıllık süreyi sessiz kalma yoluyla hak kaybı için yeterli görmüştür.3 2015 yılında ise Hukuk Genel Kurulu, tüm bu uygulamaların aksine sessiz kalma süresinin beş yıldan az olamayacağı belirtilmiştir.4

Sessiz kalma yoluyla hak kaybının istisnasının “kötü niyet” olduğu SMK’da açıkça belirtilmiş ve SMK öncesi çoğu yerleşik Yargıtay kararında da kabul görmüştür. Ancak Yargıtay kimi kararlarında aradan uzun süre geçmesi halinde (23 yıl gibi), önceki marka sahibinin kötü niyetli olsa dahi sonraki marka sahibine zımnen müsaade edildiği intibaı uyandırması hâlinde kötü niyetin iyi niyete dönüştüğünü ya da hükümsüzlük davası ikame edilmesinin dava hakkının kötüye kullanılması kapsamında olduğunu5 kabul ederek hükümsüzlük taleplerinin reddine karar vermiştir.

Öte yandan, hangi eylemlerin sessiz kalma yoluyla hak kaybının önüne geçmek için yeterli olacağı SMK’da da düzenlememiş olup, Yargıtay kararlarında sadece ihtarname gönderilmesini yeterli bulmazken6, marka başvurusuna itiraz edilmesiyle birlikte ihtarname gönderilmesinin yeterli olduğu yönünde de karar oluşturmuştur7. Doktrinde ise dava açılmaması hâlinde sessiz kalmadan bahsedileceği yönünde görüşler de mevcuttur.8

Yargıtay 2020 tarihli KHK döneminde açılan bir hükümsüzlük davasında verdiği kararda ise davalının davacının tescilli logosuna giderek daha da yanaşır kullanımlarının kötü niyeti göstermediğini belirtmiş; hükümsüzlük davasına konu markanın yayımına daha önce itiraz edilmiş olması ve ilgili markaya ilişkin olarak daha önce kullanmama nedeniyle iptal davası açılmasının sessiz kalmama anlamına gelmediğini ifade ederek davacının sessiz kalma yoluyla hak kaybına uğradığına hükmetmiştir.

Davanın Kapsamı ve Taraflar Arasındaki Hukuki Süreç

Menşe ülkesi ABD olan davacı, markasını ilk kez 1984 yılında yaratmış ve faaliyet gösterdiği moda sektörüne ilişkin başta 14, 18, 25 ve 35. sınıflar olmak üzere markasını dünya çapında tescil ettirmiştir. Davacı ülkemizdeki ilk tescilini ise 1991 yılında 14. sınıftaki mallar bakımından gerçekleştirmiştir ve bu mallar bakımından 1996 yılından beri markasını aktif olarak Türkiye’de kullanmaktadır.

Davalı şirket ise İngilizce bir kelime olan davacı markasıyla birebir aynı markayı tescil ettirmek için 2001 yılında, davacının henüz ülkemizde tescilli olmadığı 18, 25 ve 35. sınıflarda marka başvurusunda bulunmuştur. Davacının marka başvurusuna yaptığı itirazın reddedilmesi üzerine marka 2004 yılında tescil edilmiştir. Davacı itirazının reddine dair Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”) kararı aleyhine bir iptal davası ikame etmemiştir.

Davacı, 2013 yılında ise ilgili markaya karşı kullanmama nedeniyle hükümsüzlük davası ikame etmiştir. Dava kapsamında davalının markasını yalnızca 18. sınıfta birtakım mallar bakımından kullandığı, 18. sınıftaki diğer mallar ile 25. ve 35. sınıftaki mallar bakımından kullanmadığı tespit edilmiştir. Ancak dosya kapsamında birden çok temyiz adımı yaşanmış, dava sonucunda marka 25. sınıftaki malların tümü ve 18. sınıftaki birtakım mallar bakımından hükümsüz kılınmakla beraber, hükümsüzlük talebine dayanak KHK’nın 14. maddesinin iptali nedeniyle 35. sınıftaki hizmetler bakımından hükümsüzlük kararı verilmemiştir.

Kullanmama nedeniyle hükümsüzlük davasının ikame edilmesini takiben, davalı gerek birebir aynı kelime markası ve gerekse de davacının logolarının da ayırt edilemeyecek derecede benzeri 18 tane daha marka başvurusunda bulunmuş, davacıya ait alan adının .tr uzantısını kendi adına tescil ettirmiş ve davacının internet sitesinin ayırt edilemeyecek derecede benzer tasarımını “TURKEY” ibaresiyle beraber kullanmaya başlamıştır. Davalının yeni başvurularına davacı tarafından itiraz edilmesi üzerine taraflar arasında birçok KURUM Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu karar iptal davası da ikame edilmiştir. Davalıya ait şekil markaları davacının itirazları üzerine kötü niyetle yapıldığından bahisle reddedilmiştir. Davalının 18. sınıftaki kullanımlarını ise davacı markasını kullanımlarına daha da yaklaştırmıştır.

Marka kapsamında kalan 18. ve 35. sınıflardaki mal ve hizmetlere karşı ise başta markanın kötü niyete tescil edilmiş olması, davacı markalarının tanınmışlığı ve karıştırma ihtimali gerekçe gösterilerek 2016 yılında henüz 556 sayılı KHK yürürlükteyken hükümsüzlük davası ikame edilmiştir.

Davalı benzer kullanımları kabul etmekte beraber, markaların benzer olmadığını, kötü niyetli olmadığını ve davanın zamanaşımına uğradığını ileri sürmüştür.

İlk derece mahkemesi, davacı markasının ülkemizde tescilli olduğu 14. sınıftaki mallarla, dava konusu marka kapsamında bulunan 18. sınıftaki deri ürünlerinin benzer olmadığı, hükümsüzlük şartlarının oluşmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir.

İstinaf mahkemesi ise, davalının Türkiye’de belli bir tanınmışlığa ulaşmış markayı davacının tescilli önceki markasıyla da ilişkilendirilebilecek ve davacının yurtdışında tescilli olduğu sınıflarda birebir tescil ettirmesini kötü niyetli olarak nitelendirmiştir. Ayrıca, sessiz kalma yoluyla hak kaybı için gereken 5 yıllık sürenin davacının davalının markasını kullandığını öğrenmesinden itibaren hesaplanması gerektiği bu kapsamda davacının kullanamama nedeniyle hükümsüzlük davası sırasında delil sunmasıyla başlaması gerektiği de belirterek ilgili markanın hükümsüzlüğüne karar vermiştir.

Davalı tarafından bu karar temyiz edilmiştir.

Yargıtay Kararı

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi kararında ilk olarak sessiz kalma yoluyla hak kaybını incelemiş, ilgili markanın yayınına itiraz edilmiş olmasını dikkate almamış ve kullanmama nedeniyle hükümsüzlük davasının kötü niyetle tescil iddiasının ileri sürülmemesi nedeniyle sessiz kalma olgusunu ortadan kaldıracak nitelikte olmadığına karar vermiştir.

Daha sonra kötü niyete ilişkin inceleme yapan Yargıtay, tanınmış ve yurtdışında dava konuş mal ve hizmetler üzerinde uzun yıllarıdır tescilli olarak kullanılan bir markanın, aynısının başkalarınca Türkiye’de marka başvurusuna konu edilmesinin kötü niyetli başvuru olarak kabul edilemeyeceğine, davacının davalının başvuru anındaki kötü niyetini ispat külfeti altında olduğuna ve davalının davacıyı taklit eder kullanımlarının davalının başvuru anında kötü niyetli olduğu anlamına gelmeyeceğine ve bu kullanımların başka bir davanın konusu olabileceğine hükmetmiştir. Bu kapsamda İstinaf Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.

Değerlendirmemiz

Sessiz kalma yoluyla hak kaybına ilişkin olarak Yargıtay, yeni bir kriter yaratarak yayına itiraz etmenin ya da başka bir gerekçe ile hükümsüzlük davası ikame edilmesinin sessiz kalmanı önüne geçemeyeceğine, sessiz kalma argümanının önüne geçilebilmesi için söz konusu davanın kötü niyete ilişkin iddiayı kapsayan bir dava olması gerektiğine hükmetmiştir.

Yargıtay kararı, davalının davacı markasının birebir aynısını yurt dışında tescilli olduğu mal ve hizmetler için tescil ettirmesini, ilk marka tescilinden sonra markasını davacı markasına daha da yaklaştırarak kullanmasını ve davacının logosunu taklit eden marka başvurularında bulunmasını, başvuru anında kötü niyeti ispat için yeterli görmemiştir. Bu kapsamda dava tarihinden sonra meydana gelen taklit kullanımların ve kötü niyetli marka başvurularının değerlendirmeye alınmadığını söylemek mümkündür.

Daha önceki Yargıtay kararlarında da belirtildiği üzere sessiz kalma yoluyla hak kaybının dikkate alınmasının amacı markayı kullanan ve uzun yıllardır markaya yatırım yapan kişinin yatırımlarının hakkaniyete göre yarışan haklar kapsamında himaye edilmesidir. Güncel karara konu kullanımların sadece 18. sınıftaki birtakım ürünleri kapsaması, bu kullanımların davacının logosunun taklidinden ibaret olması söz konusu iken Yargıtay’ın salt marka hakkını koruyan kararı eleştiriye açıktır.

Bu karar ışığında, kullanmama nedeniyle iptal davası açılırken markanın kötü niyetle tescil edilip edilmediği yönünde bir inceleme de yapılarak iptal davasının somut şartlara göre bir değerlendirme yapılması gerektiği anlaşılmaktadır. Son dönemde, Yargıtay’ın yabancı marka sahiplerine karşı iç piyasayı koruma yönünde bir tutumu olduğu da gözlemlenmektedir.

4. İstikrarlı Uygulama Hâline Gelemeyen Kazanılmış Hak Kavramı

“Kazanılmış hak” kavramı yerleşik bir uygulama hâline gelememesi nedeni ile 2020’de de çok tartışılan konulardan biri olmaya devam etti. Mahkemelerin, kazanılmış haktan yararlanma kriterleri belirleyip kararlarda sıklıkla değinmelerine rağmen, gerek Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”) gerekse de mahkemeler nezdinde çelişkili kararlar verilmeye devam edilmektedir.

Özellikle hızlı tüketim malları, kozmetik, yiyecek ve içecek sektöründe faaliyet gösteren şirketler için, rutin ticari faaliyetleri kapsamında, markalarının gerek şekil gerek renk unsurları ile modernize edilmesi ve bu yolla tüketiciler için daha dikkat çekici hâale getirmesi, farklı alt markalar yaratması ve ürün gamının genişletilmesi bir gereklilik hâlini almıştır. Türk marka hukukunda kazanılmış hakkın açıkça düzenlenmemiş olması ise, bu hakkın sınırlarının sıklıkla tartışılmasına neden olmaktadır.
Açık yasal düzenleme bulunmaması nedeniyle, marka sahiplerinin önceki tarihli markasına dayanarak yaptığı başvurular bakımından müktesep hakkının bulunup bulunmadığının tespitinde mahkeme kararları ve KURUM kararları, uygulamaya yön vermektedir. Bu konuda verilmiş güncel kararların incelenmesi, ileride marka sahiplerinin Türkiye’de karşılaşacağı olası ihtilaflarda müktesep hakkın varlığının belirlenmesinde yol gösterici olmaktadır.

Kazanılmış hak bakımından içtihat oluşturan Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2007/7547 E. ve 2008/10251 K. sayılı 19 Eylül2008 tarihli “ECE LADY/ECE TOFF” kararı ile kazanılmış haktan istifade etmek için

  1. önceki tarihli markanın asli unsurunun muhafaza edilmesi
  2. önceki markanın kapsadığı ürün/ ürün çeşidinin yer alması
  3. önceki markanın uzun süredir kullanılıyor olması
  4. önceki tarihli markanın ihtilaf konusu olmaması

koşulları aranmaktadır. Ayrıca sonraki marka yaratılırken, üçüncü kişilerin önceden tescilli markalarına yanaşarak yakınlaştırma veya benzeştirme yoluyla iltibas tehlikesine ve haksız yarar sağlamaya yol açmaması da değerlendirme konusu edilmektedir. Belirtilen bu kriterlere son yıllarda çoğu yerel mahkeme kararında atıfta bulunulmaktadır.

İlgili içtihat ile önceki tarihli markanın asli unsurunun muhafaza edilmesi gerektiğine karar verilmiş ise de markaların benzerliğinin sınırları çizilmiş değildir. Bu durum, KURUM tarafından yayımlanan Kullanım İspatı Kılavuzu referans alınarak, tescilli markanın ayırt edici karakterinin değişmeyecek şekilde tekrar tescile konu edilmesi olarak algılanmaktadır. Ancak, Yargıtay’ın kimi güncel kararlarında, ayırt edici ibareye tali/tanımlayıcı unsurların eklenmesiyle oluşturulan sonraki tarihli marka, önceki tarihli markanın asli unsurunu muhafaza ediyor olmakla beraber, önceki tarihli markanın müktesep hak teşkil etmeyeceğine, başvuru markasının seri marka oluşturma niyetiyle yapılmış bir başvuru niteliği taşımadığına karar verilmiştir.1 Öte yandan, aynı asli unsuru içeren ancak tali veya şekli unsurlarda farklılık bulunan markalar bakımından müktesep hakkın bulunduğuna yönelik verilmiş kararlar da mevcuttur.2 Dolayısıyla, kazanılmış hak bakımından markaların benzerliği değerlendirmesinde mahkemeler tarafından uygulanan genel bir kural olmadığı ve her somut olay bakımından ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ancak, “ECE LADY/ECE TOFF” kararında da vurgulandığı üzere, seri marka yaratılırken üçüncükişilerin önceden tescilli markalarına yakınlaştırma veya benzeştirme yoluyla iltibas tehlikesine ve haksız yarar sağlamaya yol açmamak gerekmektedir.
Mahkemeler bu doğrultuda her somut olay bakımından inceleme yapmakta ve özellikle yazı stili, renk, şekli unsurları ile üçüncü kişinin markasına yakınlaşarak yapılan marka başvurularında, başvuru sahibinin önceki tarihli markasına dayalı olarak kazanılmış hak iddia edemeyeceğine istikrarlı bir şekilde güncel kararlarında da yer vermektedir.3

Bunun yanı sıra, hem mahkeme hem de KURUM, sonraki tarihli markanın önceki tarihli markanın kapsadığı mal ve hizmetleri kapsaması hâlinde sınırlı olarak bu mal ve hizmetler bakımından kazanılmış hakkın bulunduğunu kabul etmektedir.4

Kazanılmış hak değerlendirilen en tartışmalı konu ise, önceki markanın uzun süredir kullanılıyor olması gerekliliğine ilişkindir. KURUM tarafından güncel tarihli itiraz süreçlerinde verilen kararlarda, önceki markanın tescilinden itibaren beş yıl geçmemesi nedeniyle sonraki tarihli başvuru bakımından kazanılmış hakkın bulunmadığına dair karar verilmediği gözlemlenmektedir.5 Güncel tarihli mahkeme kararlarında ise, açıkça kaç yıl geçmesi gerektiği belirtilmemekle beraber, müktesep hakkına dayanak gösterdiği 2011/80880 sayılı “Teknosa Teknolog + Şekil” markasının tescil tarihinin 14 Kasım 2012 olduğu, davaya konu marka başvurularının yapıldığı tarih ile davacının müktesep hakka mesnet gösterdiği markanın tescil tarihi arasında iki yıldan kısa bir sürenin geçmiş olması nedeniyle müktesep hak teşkil edilmeyeceği değerlendirmesinde bulunulmuştur.6 Benzer şekilde bir başka güncel kararda, kazanılmış hak sağlayan markanın tescilli olarak uzun süre kullanılması koşulunun somut uyuşmazlık yönünden gerçekleşmediği değerlendirmesinde bulunmuştur.7 Dolayısıyla, özellikle de beş yıllık kullanmama süresini aşmak amacıyla yapılacak yenileme markalarının KURUM incelemeleri sonucunda, önceki tarihli markanın müktesep hak teşkil etmeyeceği anlaşılmaktadır. Zira, mahkeme uygulamasında önceki tarihli markanın kullanılıp kullanılmadığının ispatı aranmaktadır.

Son olarak önceki tarihli markanın hükümsüzlük tehdidiyle karşı karşıya olmaması bir diğer deyişle ihtilaf konusu olmaması aranmaktadır.8 Özellikle önceki tarihli markanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (“KHK”) 14. maddesi uyarınca kullanmama nedeniyle iptal davasına konu olması ve sonraki tarihli markanın kötü niyetli olarak kullanmama def’i ile karşı karşıya gelmemek için yapılması hâlinde, önceki tarihli markanın iptali için açılan davanın yasal dayanağının ortadan kalkması nedeniyle, sonraki marka bakımından kazanılmış hakkın varlığı oldukça tartışma konusudur.9

Sonuç olarak, güncel mahkeme ve KURUM kararları dikkate alındığında, kazanılmış hak bakımından önceki-sonraki tarihli markaların benzerliği bakımından somut olayın koşullarına göre farklı kararlar verildiği, ancak aynı mal ve hizmetleri kapsaması gerektiği yönünde fikir birliğine varıldığı gözlenmektedir. KURUM’un güncel kararları, önceki tarihli markanın uzun süredir kullanılıyor olması ifadesinin, beş yıldır tescilli olması anlamına geldiğini işaret etmektedir. Öte yandan, mahkeme kararlarında sıklıkla önceki tarihli markanın ihtilaflı olmaması aranmakta iken, ilgili markanın KHK madde 14’e dayalı olarak kullanmama nedeniyle iptal davasına konu olması hâlinde verilen çelişkili mahkeme kararlarının mevcut olduğu gözlemlenmektedir. Uygulamada çelişkilerin devam ettiği göz önünde bulundurulduğunda, bu konudaki tartışmaların önümüzdeki senelerde de devam edeceği şüphesizdir.

5. Gümrüksüz Satış Mağazalarında Marka Kullanımı, Türkiye’de Marka Kullanımı Olarak Kabul Edilebilir mi?

10 Ocak 2017 tarihi itibarıyla yürürlüğe giren, uzun zamandır beklenen ve Türk marka hukuku uygulamalarını önemli ölçüde değiştiren Sınai Mülkiyet Kanunu (“SMK”), daha önce ayrı ayrı Kanun Hükmünde Kararnameler (“KHK”) ile düzenlenmiş olan mülkiyet haklarının KHK ile düzenlenmesinin yaratmış olduğu sıkıntıları ortadan kaldırmayı hedeflemekteydi. Bu köklü değişikliklerin uygulamada oturana ve kendi pratiğini yaratana kadar pek çok tartışmaya yol açacağı elbette uygulayıcılar tarafından beklenen bir sonuçtu. Gümrüksüz bölgelerdeki marka kullanımı hakkında uygulama sorunları 2020 yılında bu tartışmaların genelinden sıyrılıp ön plana çıkan konulardan biri oldu.

Marka sahibinin markadan doğan hakları, sınırları ile istisnaları SMK’nın 7. maddesi düzenlemektedir. Bu maddenin, yürürlükten kaldırılan KHK’daki eşdeğeri ise 9. maddedir. KHK madde 9 ile marka hakkı sahibine, taklit malların gümrük bölgesine girmesini önlemek üzere açık bir yetki tanınmış yetki verilmişti. Ancak, SMK’nın 7/3-c maddesi, bu yetkiyi, taklit malların ithalat ve ihracat işlemlerine tabi olmasını önlemek olarak sınırlamıştır. Açıktır ki, bu düzenleme ile diğer eylemler, örneğin taklit malların transit geçişi kapsam dışında bırakılmıştır. Özellikle SMK 7/3-c maddesinin, gümrük işlemlerine tabi tutulan eşyalara, ihtiyati tedbir kararı kapsamında el konulabileceğini düzenleyen SMK 159/2-b maddesi ile tam olarak örtüşmediği de dikkate alınarak kanun koyucunun amacı ve bu maddelerin uygulamada nasıl yorumlanacağı uzun zamandır tartışma konusudur.

SMK’nın yürürlüğe girmesinden günümüze kadar gelen uygulamada hakim görüş, kanun koyucunun transit geçişe tabi taklit malları marka hakkı koruması kapsamı dışında bırakma saiki ile hareket ettiği yönündeyken, 2020 yılında bir ilk derece mahkemesi, söz konusu madde ve maddenin konuluş amacını çok geniş kapsamlı değerlendirerek, kullanmama nedenine dayalı olarak açılmış olan bir iptal davasında Yargıtay’ın transit geçişle ilgili bir kararına dayanarak, şaşırtıcı bir karar vermiştir.

SMK’nın 9. maddesi, tescilden itibaren beş yıl boyunca kullanılmayan ya da ya da tescil süresince kullanımına beş yıl ara verilen markaların iptal edileceğini hüküm altına almıştır. Bu maddeye dayalı olarak açılmış olan bir davada havalimanlarındaki gümrüksüz satış mağazalarında kullanımın Türkiye’de ciddi kullanım olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı tartışılmıştır.

Dava kapsamında davacı, davalının tescilli iki markasının kullanılmadığını ileri sürerek iptalini talep etmiştir. Davalı, söz konusu markaların ciddi olarak kullanıldığını ileri sürmüş ve bu doğrultuda çevrimiçi olanlar da dahil haberler ve yazılar, tüketici yorumları, iptali talep edilen markayı taşıyan ürünlerin Türkiye’de havalimanı gümrüksüz satış mağazalarında satışını gösteren faturalar, davalının İstanbul Havalimanı’nda itiraz edilen marka ile aynı adı taşıyan bir mağazası olduğunu gösteren deliller sunmuştur.

Dosya kapsamında yapılan inceleme üzerine düzenlenen bilirkişi raporunda şu tespitlere yer verilmiştir:
Serbest bölgedeki satışlar doktrinde kullanım olarak yorumlansa da Yargıtay kararları bu yorumu reddetmiştir. Bu nedenle, bir markanın serbest bölgede kullanılması Türkiye’de gerçek kullanım olarak yorumlanmamaktadır.
Dolayısıyla, davalının markayı gümrüksüz satış mağazalarında kullanması Türkiye’de kullanım olarak kabul edilemez.
Sonuç olarak, davalının marka kullanımı kanıtlanmamıştır.

Ek bilirkişi raporları da benzer değerlendirmelere yer vermiştir. Bu raporda bilirkişiler, marka hakkına tecavüz davaları dışında, gümrük vergisinden muaf bölgelerde marka kullanımının Türkiye’de kullanım olarak yorumlanamayacağını belirten Yargıtay kararına atıfta bulunmuştur.

Ekim 2020’de mahkeme, kullanmama nedeniyle iptal davasını kabul etmiş ve davaya konu markaların hükümsüzlüğüne karar vermiştir. Gerekçeli karar henüz hazırlanmadığı için Mahkemenin karar verme sürecinin altında yatan nedenler net olmasa da hem bilirkişilerin hem de hakimin, malların transit geçişine ilişkin güncel tartışmalardan etkilendiği ve bu konuda verilmiş kararlar ile kanun koyucunun ilgili maddedeki düzenlemeyi yapmadaki amacının oldukça geniş yorumladığı sonucuna varılması mümkündür. Ancak karar kesinleşmediği ve tarafların sırayla bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay’a başvurma hakkı saklı olduğundan, kullanım ispatına yönelik çıkarım yapmak için henüz çok erkendir.

İlk derece mahkemesinin kararı, yerleşik uygulamadan tamamen ayrılmaktadır. Örneğin, Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”) tarafından yayımlanan Kullanım İspatı Kılavuzu’nda (“Kılavuz”), serbest bölgelerin, Türkiye’nin gümrük hattı dışında sayılmakla birlikte, siyasi sınırları içinde kabul edilmesi sebebiyle, bir markanın gümrük hattı dışındaki serbest bölgelerde kullanımının Türkiye’de geçerli kullanım olarak kabul edileceği açıkça belirtilmiştir. Bu noktada, SMK’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, KURUM’un kullanmama nedeniyle hükümsüzlük taleplerini değerlendirmeye ve tespit etmeye yetkili organ hâline geldiğini belirtmek gereklidir. KURUM, SMK’nın yürürlüğe girmesinden yedi yıl sonra (10 Ocak 2024) bu talepleri kabul etmeye başlayacaktır. O zamana kadar kullanmama iddiaları, ilk derece mahkemeleri tarafından incelenen iptal davaları kapsamında ileri sürülebilecektir. Bu sebeple Kılavuz, kullanmama nedeniyle iptal davalarını değil, KURUM nezdindeki itiraz süreçlerinde ileri sürülen kullanmama savunmasını konu almaktadır. Ancak yine de Türkiye’de marka kullanımının kapsamı ve KURUM’un gelecekteki uygulaması hakkında fikir vermektedir.

Serbest bölgelerde kullanıma ilişkin bir istisnanın düzenlenmemesi sebebiyle, bu bölgelerde kullanımın Türkiye’de kullanım olarak kabul edilmesi gerektiğini belirten Yargıtay kararları göz önünde bulundurulduğunda, ilk derece mahkemesi kararı yerleşik uygulama ile çelişen bir karardır. Bu bağlamda, muhtemel istinaf ve temyiz başvuruları durumunda bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay tarafından verilen kararlar, gümrüksüz satış mağazalarındaki kullanım hakkında belirleyici olacaktır.

6. COVID-19 Salgınının Taklitle Mücadele Alanındaki Etkilerine İlişkin Değerlendirme

2020 yılının ilk çeyreğinde başlayan pandeminin etkileri, her alanda olduğu gibi gerek markaların taklitle mücadele programlarını gerekse de taklit ürün pazarını doğrudan etkilemiştir. Her ne kadar pandemi hala devam ediyor olsa da “yeni normal” dahilinde taklitle mücadelenin tekrar markalar itibarıyla öncelik sıralamasına dahil olduğu görülmektedir.
Pandeminin taklitle mücadeleye ilişkin de olabilecek ilk etkisi kuşkusuz Cumhurbaşkanı Kararı1 ile yargıda belli hukuki işlere ilişkin sürelerin durması ile gerçekleşti. Nitekim salgının hızla yayılmaya başladığı Mart ayı içerisinde yayımlanan Karar ile öncelikle 13 Mart 2020 tarihinden 30 Nisan 2020 tarihine kadar dava açma, icra işlemleri, zaman aşımı süreleri, hak düşürücü süreler ve zorunlu idari başvuru süreleri de dâhil olmak üzere bir hakkın doğumu, kullanımı veya sona ermesine ilişkin tüm süreler durdurulmuş, ardından da durma süresi 15 Haziran 2020 tarihine kadar uzatılmıştı. Hakimler ve Savcılar Genel Kurulu’nun kararı uyarınca alınan tedbir çerçevesinde de acil işler dışında duruşma ve keşifler de ertelenmişti.

Yine adliyelerde alınan tedbirler kapsamında hakim ve savcılar da dahil olmak üzere bir kısım personel için uzaktan çalışma ve dönüşümlü çalışma gibi esnek çalışma yöntemleri ile idari izin uygulamaları da başlatılmıştı.

Belirtmek gerekir ki, Hakimler ve Savcılar Genel Kurulu kararında da vurgulandığı üzere, alınan önlemler çerçevesinde sürelerin durması ve duruşmaların ertelenmesi kesinlikle adli hizmetlerin tamamen durduğu manasına gelmemektedir. Marka hakkına tecavüze ilişkin şikayetler, gecikmesinde sakınca bulunan işlerden sayılıyor olmasından sebeple, sürelerin durduğu tarihlerde de savcılıklar nezdinde şikayetlerin yapılması ve arama el koyma talep edilebilmesi mümkün idi. Ancak özellikle bu dosyalara yönelik uzmanlığa sahip hakim ve savcı sayısının sınırlı olduğu dikkate alındığında uzaktan ve dönüşümlü çalışma uygulamalarının, süreci daha da zorlu bir hale getirdiği tartışmasızdır.

Pandemiye karşı hayat genelinde alınan sokağa çıkma yasağı ve alışveriş merkezlerinin kapatılması gibi önlemler yürütülen araştırma faaliyetlerini de olumsuz şekilde etkilemiştir. Sosyal ve iş hayatının yavaşlamasının etkisiyle taklit ürünlerin üretildiği, satışa sunulduğu yerlerin birçoğu geçici olarak faaliyetlerini askıya almıştır. Bu durum gerek buraların tespiti ve gerekse de delil toplamaya yönelik çalışmaların da aynı şekilde askıya alınmasına sebebiyet vermiştir.

Bu süreçte açık olan yerlerde dahi, kişilerin virüs sebebiyle sosyal ilişkilerindeki dikkatli yaklaşımı araştırma ekiplerinin işlerini oldukça güçleştirmiştir. Üreticilerin, pandemi süresince farklı gelir alanları yaratmak için faaliyetlerini bu dönem hızlıca satışı gerçekleştirilebilecek maske, dezenfektan gibi ürünlere çevirmeleri de son aşamaya gelinen hedeflere dahi alınacak aksiyonların ertelenmesini gerektirmiştir.

Belirtildiği üzere hâlâ devam eden pandemi sürecinde taklit ürün üreten kişilerin hızlı satışı gerçekleştirilecek ürünlere yönelmiş olmaları, halk sağlığını tehdit eden yeni bir unsurun ortaya çıkışını da beraberinde getirmiştir. Zira hijyenik olmayan koşullarda üretilen, kalitesiz ve koruma işlevini yerine getirmeyen maske ve dezenfektanlar bir anda piyasaya girmiştir. Bu kapsamda adliye ve kolluk kuvvetleri açısından markalara ilişkin işlerde azalma olurken, halk sağlığını riske atan yeni ürünlere yönelik operasyonlar çok büyük hız kazanmıştır ve öncelikli hâle gelmiştir. Nitekim, halk sağlığının korunmasına yönelik işlemler karşısında, diğer ürün gruplarına yönelik operasyonlar ikincil pozisyona bırakılmak zorunda kalınmış ve hak sahipleri açısından taklitle mücadele faaliyetlerinin yavaşlamasına neden olmuştur.

Son olarak sayılan tüm dış etmenlerin yanında, dünya genelindeki öngörülmesi güç ekonomik koşullar sebebiyle hak sahipleri tarafından da taklitle mücadele açısından bütçe kısıtlamalarına gidilmesini gerektirmiştir. Bu kapsamda tüm olumsuz etmenlere rağmen arama el koyma işlemleri hala yapılabilecekken çoğu marka tarafından operasyonlara ara verilmesinin piyasada bir boşluk yarattığını söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, gümrükler nezdinde yürüyen işlemler açısından arama ve el koyma işlemlerine nazaran daha olumlu bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz kanaatindeyiz. Her ne kadar salgının etkisiyle ithalat ve ihracat rakamları mart ve nisan aylarında önceki yıllara göre büyük oranda düşüş göstermişse de haziran ayı itibariyle tekrar normal seviyelerine tırmandığı Ticaret Bakanlığı tarafından ortaya konmaktadır. İthalat ve ihracat hacimlerinin artmasıyla gümrüklerdeki durdurmalarda da artış gözlenmektedir. Nitekim mevcut durumda gümrükteki taklit ürünlere yönelik durdurmalar, pandemi öncesi döneme ve dahi geçmiş senelerin aynı aylarına oranla artış göstermiştir.

Söz konusu artış, durdurma kararlarına konu ürün sayılarına da yansımaktadır. Ürün sayısındaki artışta, pandemi süresince üreticilerde satışa sunulamayan veya satılamayan ürünlerin hızlı şekilde paraya çevrilme gayretinin etkili olduğu görüşündeyiz. Üreticiler önceki dönemde riski düşük tutmak adına daha az sayıda ürün ile sevkiyatı gerçekleştirmeyi denerken, içinde bulunduğumuz dönemde hızlı şekilde mevcut stokun eritilmeye çalışıldığı gözlenmektedir. Özellikle gümrükler nezdinde durdurulan eşya sayılarının, bir önceki yıllara oranla; 2018 yılında %60, 2019 yılında ise %100’ün üzerinde bir artış gösterdiği dikkate alındığında, bu denli zorlu bir sene için ürün adetlerindeki artışın gözle görülür olması, gerek ihlal eylemlerinin gerekse de gümrükler nezdindeki denetimlerin tam kapasite devam ettiğinin bir göstergesidir. İçinden geçtiğimiz istisnai dönem koşullarının tetiklediği artan taklit üretiminin 2021 yılında da bu şekilde devam edeceği ve gündemimizi meşgul edeceği öngörülmektedir.

7. Kurum’un Alt Sınıf Benzerliği Değerlendirmesine Yönelik Umut Vadeden Yaklaşımı

2020 yılının başlarında, Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”) marka sınıfları ve alt sınıf benzerliğine dayalı mutlak ret nedenlerinin incelenmesi ile ilgili umut vadeden bir karar verdi.

Türk hukukuna göre aynı ya da ayırt edilmeyecek derecede benzer markaların aynı ya da ayırt edilemeyecek kadar bezer sınıflarda tesciline izin verilmemektedir. Bu durum sonraki marka başvurusunun mutlak ret nedenlerinden biri olarak düzenlenmiştir.
Bu anlamda, bir marka başvuru hakkında mutlak ret sebeplerine dayalı bir değerlendirme yapılırken;

  • başvurunun halihazırda var olan bir marka ile aynı ya da ayırt edilemeyecek derecede benzer olup olmadığı
  • başvuru kapsamındaki mal ve/veya hizmetlerin var olan markalar kapsamındakilerle aynı veya ayırt edilemeyecek derece benzer olup olmadığı

incelenmektedir.

KURUM, karşılaştırılan mal ve/veya hizmetlerin aynı veya ayırt edilemeyecek derecede benzer olup olmadığı yönünde bir inceleme yaparken alt-sınıflarına dayalı bir değerlendirme yapmaktadır. KURUM’un incelemesi, KURUM tarafından kullanılan ve Nice Sınıflandırma Sistemi ile uyumlu olarak hazırlanan mal ve hizmet sınıflandırmasına göre gerçekleştirilmektedir.

Örneğin, var olan önceki marka baş giysilerini (25. sınıf kapsamında bir alt sınıf) kapsıyorsa ve başvuru sahibi kendi markasını şapkalar (baş giysileri alt sınıfına giren bir eşya) için tescil ettirmek istiyorsa, var olan marka sonraki marka başvurusu için mutlak ret olarak anılmaktadır. 25. sınıf kapsamı çok geniş bir sınıf olmamakla birlikte baş giysileri de çok geniş bir kapsama alanına sahip bir alt sınıf değildir. Bu nedenle de esasen bu sınıfta yer alan başvurulara/tescillere ilişkin uygulamada çok fazla problem ile karşılaşılmamaktadır.

Ne var ki, geniş bir kapsama alanına sahip sınıflar da bulunmaktadır. Örneğin 1. sınıf “Sanayide, bilim sahasında, fotoğrafçılıkta, tarım, bahçecilik ve ormancılıkta kullanılan kimyasallar” şeklinde düzenlenmiştir. Sanayi kelimesi tarım (balıkçılık, ormancılık, tütün), otomotiv, elektronik, havacılık, kimya, ilaç, çelik, savunma, telekomünikasyon, enerji ve petrol sektörlerini de kapsamaktadır. Yalnızca aynı alt-sınıf içerisinde toplanmış olmaları bu kimyasalların mutlaka ayırt edilemeyecek şekilde benzer olduğu anlamına gelmemektedir. Zira, otomotiv sanayinde kullanılan kimyasallarla gıda sanayinde kullanılan kimyasallar arasında oldukça fark bulunmaktadır.

KURUM, bu geniş kapsama alanını da göz önüne alarak aynı alt sınıfta olsa dahi bazı malların aynı tür sayılamayacağına ilişkin yeni bir karar vermiştir. KURUM’un kararına konu karşılaştırılan markalar arasında yalnızca farklı fontların kullanılması ve markalardan birinde oldukça minimal bir şekil unsurunun olması şeklinde bütüne büyük etki etmeyen farklılıklar bulunmaktaydı. Ayrıca incelemeye konu markalar özgün olarak oluşturulmuş/tasarlanmış kelimelerden oluşmamaktaydı.

KURUM bu kararda karşılaştırılan markaların ayırt edilemez derecede benzerliğini net bir şekilde vurgulasa da devamında markaların kapsadığı malların aynı alt sınıfta bulunduğunu ve KURUM’un mal ve hizmetlerin aynı kapsama girse dahi her sınıf ve alt-sınıfın özgül özelliklerini dikkate alarak kapsamını tekrar değerlendirme yetkisi olduğunu ekledi.

Türkiye’nin mal ve hizmet listesi Nice Sınıflandırması ile uyumlu şekilde hazırlanmıştır ve bu sisteme ilişkin prensip ve uygulamalar Marka Tescil Başvurularına ait Mal ve Hizmetlerin Sınıflandırılmasına İlişkin Tebliğ (“Tebliğ”) ile düzenlenmiştir. Nitekim, Tebliğ’in 3. ve 4. maddeleri KURUM’a Türk sınıflandırma sistemi kapsamında malların niteliği ve sınıflandırmalarını tekrar değerlendirme yetkisi vermiştir.

Tebliğ ile uyumlu olarak, KURUM’un mutlak ret değerlendirmesinde öncelikle Türkiye’nin sınıflandırma listesindeki mal ve hizmetlerin ayırt edilemeyecek derecede benzer olup olmadığını değerlendirmekle yükümlüdür. Bununla beraber KURUM aynı zamanda malların benzerlik değerlendirmesini yaparken bu grupların kapsamını daraltmak ve/veya genişletmek yetkisine de sahiptir.
Yukarıda açıklandığı üzere, bazı sınıflar farklı sektörlerden malları veya hizmetleri içermektedir. Bu nedenle farklı sektörlerde kullanılan malların ayırt edilemeyecek derecede benzer olduğu kararına varılabilir. Yine de bu tür bir yaklaşım mallar ve servisler arasındaki benzerliği belirlemeye ilişkin metotlarla her zaman uyuşmamaktadır.

Bu kapsamda bir benzerlik incelemesi yaparken için aşağıdaki kriterler de değerlendirmeye alınmalıdır.

  • Mal ve hizmetlerin ekonomik değeri
  • Tüketicilerin malları kullanım şekilleri ve hizmetlerin tüketicilere ulaşma yolları
  • Malların genelde üretildikleri/satıldıkları ve hizmetlerin verildiği yerler
  • Hedef tüketici kitlesi

Bu kriterlere göre yapılacak olan bir sağlamada aynı alt sınıfta olsa dahi bazı mal grupların için oldukça farklı olabilmektedir.

Bu bağlamda, KURUM’un kararı şaşırtıcı olmasa da oldukça olağandışıdır. Bu yaklaşım, uygulama haline gelmese de ilerleyen yıllarda KURUM’un Tebliğ’den doğan haklarını kullanması ve kendisinin haiz olduğu re’sen inceleme yetkisini önceye göre daha limitli bir yaklaşımla korumaya çalışmasına tanıklık edecek olmak oldukça umut vericidir. Her şekilde KURUM’un yoruma açık olmayan, kesin, net ve direkt benzerlikler aramakta olduğu ortadadır.

8. Kurum’un Geleneksel Olmayan Markalara Karşı 2020 Yılındaki Başvuruları Özelindeki Bakış Açısı

2017 yılında yürürlüğe giren Sınai Mülkiyet Kanunu, geleneksel olmayan markalara yönelik olarak daha net, ancak hala yeterli olmayan bir yaklaşım benimsemiştir.

2017 yılından bu yana Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”), geleneksel olmayan markalara giderek daha olumlu yaklaşmaya başlamıştır. Ancak, KURUM’un geleneksel olmayan markalarla ilgili yerleşik ve devamlı bir uygulamaya sahip olduğu yönünde bir sonuca ulaşmak hâlâ mümkün değildir.

KURUM kayıtları incelendiğinde, üç boyutlu marka başvurularının çoğunlukla moda sektöründe, özellikle de ayakkabı sektöründe faaliyet gösteren başvuru sahipleri tarafından yapıldığı görülmektedir. Ancak, oldukça fazla tanınmış sandalet ve terlik üreticisi bir başvurucunun üç boyutlu marka başvurularının reddedildiği görülmektedir. Ayrıca, beşik şekli için yapılmış başka bir marka başvurusunun da reddedildiği görülmektedir.

Diğer yandan krem kutusu şekli içeren bir başvuru ile meşrubat şişesi şekli içeren bir başvuru, ilk inceleme aşamasını geçmiştir. Her iki başvurunun da başvuru sahiplerine atıfta bulunan kelime unsurları içermesi dikkat çekicidir.

Bu bakımdan KURUM’un, ürünün kendi şekline ilişkin başvurulara hala çok katı yaklaştığı açıkça görülmektedir.

Bir diğer yandan, ilk incelemeyi geçen üç boyutlu yakın tarihli marka başvuruları; KURUM’un, ürünün üzerine uygulanan üç boyutlu marka başvurularına daha olumlu bir yaklaşımı olduğunu göstermektedir. Ancak, ürünlerin üzerinde uygulanan pek çok üç boyutlu marka başvurusu da reddedildiği için, kesin bir sonuca ulaşmak yapmak mümkün değildir. Bu nedenle de KURUM’un, üç boyutlu bir markayı tescil etmek için hala özgün bir tasarım/kompozisyon görmeyi şart olarak aradığı sonucuna ulaşmak yanlış olmayacaktır.

Sonuç olarak, KURUM’un genel yaklaşımı, güçlü bir ayırt edici karaktere sahip olmayan veya doğrudan başvuru sahibine işaret eden bir kelime / şekil unsuru içermeyen üç boyutlu marka başvurularını reddetmek yönündedir.

Kurum’un çevrimiçi kayıtlarına göre, renk markası başvurularının çoğunluğunu renk kombinasyonları oluşmaktadır, zira son bir yılda yalnızca 14 adet tek renkten oluşan marka başvurusu yapılmıştır.

Bu başvurulardan bir kısmı hala inceleme aşamasında olsa da tek renk marka başvurularının istisnasız hepsinin ilk inceleme esnasında reddedilmiş olması dikkat çekicidir. Bu yazının yazıldığı tarihte, Ekim 2019-Ekim 2020 arasında yapılan tek renk marka başvurularının hiçbiri Kurum’un ilk incelemesini geçememiştir. Buna karşın, renk kombinasyonu içeren markaların çoğu, re’sen verilen bir ret kararıyla karşılaşmaksızın yayınlanmış ve tescil edilmiştir.

Genel olarak, KURUM’un tek renkten oluşan markaların aksine, renk kombinasyonu içeren marka başvurularına olumlu yaklaştığı söylemek doğru olacaktır.

Ses markası başvuruları, KURUM nezdinde sıklıkla gerçekleştirilen başvurulardan değildir. Bu yıl yapılan ses markası başvurularının üçü, KURUM tarafından mutlak re’sen reddedilmiştir. Reddedilen bu başvuruların ikisi reklam müziği (“jingle”)dir. Örneğin 3., 5. ve 16. sınıfları kapsayan ve bir melodi ile İngilizce slogandan oluşan ses markası başvurusu KURUM tarafından reddedilmiştir. Başvuru sahibi, işbu ret kararına itiraz etmiş olup bundan sonraki aşamada konuyu Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu inceleyecektir. Reddedilen diğer ses markası başvurusu ise 35. sınıftaki hizmetleri kapsayan ve yalnızca korna sesinden oluşan bir başvurudur.

Şu anda yalnızca bir ses markası başvurusu tescil aşamasında olup, tescil ücretinin ödenmesiyle beraber tescil edilecektir. Bu marka 3 saniye uzunluğunda bir melodiden oluşmakta ve 9. sınıftaki malların yanı sıra 35, 38, 41, 42. sınıflardaki hizmetleri kapsamaktadır.

Ayrıca bir başvuru yayınlanmış, başka bir başvuru için ilk inceleme tamamlanmış ve ret kararı verilmemiştir. Yayınlanan başvuru, 39. sınıftaki hizmetleri kapsamakta ve başvuru sahibinin ticari unvanıyla birlikte “Araç kiralamak ne kolaymış!” sloganını içeren bir reklam müziğinden oluşmaktadır.

Bir ses markası başvurusu hala ilk inceleme aşamasında iken, başka bir başvuru ise veri giriş aşamasındadır.

Genel olarak, başvuru sahiplerinin ticari unvanlarıyla beraber slogan şarkı sözleri içeren reklam müzikleri için başvuru yapıldığı görülmektedir. Ayrıca, bir ses/melodi kullanım yoluyla ayırt edicilik kazanmadıysa, KURUM’un ilk incelemesini geçmesi ancak doğrudan başvuru sahibine işaret ediyorsa mümkün olmaktadır.

KURUM’un hareket markalarına yaklaşımı ses markalarından daha olumlu görünmektedir, zira incelemeye konu zaman aralığında hiçbir başvuru, mutlak ret nedenleriyle reddedilmemiştir.

Bu markalardan ikisi halihazırda tescil edilmiştir ve bir başka marka, tescil ücretinin ödenmesinden sonra tescil edilecektir. İki başvuru halen ilk inceleme aşamasındayken, bir başvuru veri girişi aşamasındadır.

Örneğin, bir kuruyemiş firmasının hareket markası başvurusu, 1.-45. sınıflardaki tüm mal ve hizmetler için yapılmıştır ve bir sincabın ekrana dönme hareketini içermektedir. Bu marka çok yakın zamanda tescil edilmiştir.

1.-45. sınıflarda yer alan tüm mal ve hizmetleri kapsayan bir başka hareket markası başvurusu da yakın zamanda yayınlanmıştır. Marka, gülümseyerek ekrana el sallayan ve sonrasında ekranı terk eden kare şeklinde bir figürü içermektedir. Bu figürün, başvuru sahibinin önceki tarihli markası “ ”nın bir varyasyonu olduğunu belirtmek gerekir.

KURUM tarafından 2019 yılında yayınlanan Marka İnceleme Kılavuzu’nda, marka sicilinde tat ve koku markalarının gösterilmesine mevcut teknolojinin izin vermediği açıkça belirtilmiştir. Bu bağlamda, KURUM’un bu tür markaların tesciline henüz izin vermediği sonucuna varılabilir.

Tat, doku veya hologram markaları gibi geleneksel olmayan diğer marka türleri, erişilebilir kaynaklarda görüldüğü üzere, henüz herhangi bir marka başvurusuna konu olmamıştır. Bu tür markaların, “korumanın konusunun açık ve kesin olarak anlaşılmasını sağlayabilecek şekilde sicilde gösterilebilir olma” koşulunun karşılanması kaydıyla, tescil edilmelerinde hukuki bir engel yoktur.

9. Kurum Uluslararası Marka Başvurularına Yapılan İtirazlara ve Çevrimiçi Evrak Görüntüleme Sistemine Yönelik Uygulamalarını Değiştirdi

Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”) uluslararası marka tescil başvurularında itiraz sahiplerine bildirim yapılmaması ve kamuya açık olan evrak görüntüleme sisteminde marka dosyasına dair tüm evrakların görüntülenebilmesine ilişkin uygulamasını değiştirdi.

Bu değişikliklere dair detaylar aşağıdaki gibidir:

Uluslararası Marka Başvurularına İtirazlara İlişkin Bildirimlere Dair Eski Uygulama

Başvuru sahiplerinin, Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (“WIPO”) aracılığıyla yaptığı uluslararası başvurularda, Türk başvuru sahipleri gibi, markalarına yapılan itirazlara cevap verme hakkına sahip olduğu tartışmasızdır. Ne var ki, tebligatın uluslararası tebligat prosedürünün tescil sürecini uzatması ve itiraza cevap verilmesinin zorunlu bir adım olmaması edenleriyle KURUM tarafından uluslararası marka sahiplerine başvurularına yapılan itirazlar bildirilmemekteydi.

Öte yandan uluslararası marka başvuru sahipleri, bir bildirim yapılmasa dahi tesadüfen itirazlardan haberdar olmaları halinde itiraza cevap verebilmekteydiler. Ancak uluslararası başvuru sahipleri başvuru süreçlerini takip etmemeleri halinde itirazlardan sadece itirazın kabul edilerek başvurularının tamamen ya da kısmen reddedilmesi halinde WIPO aracılığıyla gönderilen ret kararıyla haberdar olabilmekte ve bu karara Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (“YİDK”) nezdinde itiraz edebilmekteydi.

Bu uygulama uluslararası marka başvuru sahiplerinin savunma hakkının kısıtlandığından bahisle eleştirilmekle beraber, 10 Ocak 2017 tarihinde 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (“SMK”) yürürlüğe girmesi ve SMK ile itiraz prosedürlerinde kullanmama savunmasının getirilmesiyle beraber daha da alevlendi. Zira uluslararası marka başvuruları sahiplerine markalarına yönelik gerçekleştirilen itirazların bildirilmemesi neticesinde başvuru sahipleri, bir aylık hak düşürücü süre içerisinde için kullanım ispatı talep edememekteydi.

Uluslararası marka başvuruları bakımından aleyhe sonuçlar doğuran bu uygulama 2020 tarihli bir YİDK kararı ile değişmiştir. Anılan YİDK kararında uluslararası marka başvuruları ile yerel marka başvuruları arasında uygulama farkının olması ve bu uygulama sonucunda uluslararası marka başvurularına karşı gerçekleştirilen itirazlara yönelik olarak kullanım ispatının talep edilememesinin eşitsizlik yarattığına karar verilmiştir.

Uluslararası Marka Başvurularına İtirazlara İlişkin Bildirimlere Dair Yeni Uygulama

İlgili YİDK kararı neticesinde, KURUM uygulama değişikliğine gitmiş ve uluslararası marka başvurusu sahiplerine karşı görüş sunma ve kullanım ispatı talep etme haklarının kullandırılması adına WIPO aracılığıyla itirazların bildirimine başlanmıştır.

Yalnızca elektronik yolla yapılan tebligatların tebliğ tarihi WIPO ve KURUM tarafından tespit edilebilmektedir. Bu durum, uygulamada KURUM’un kullanım ispatı talebinin 1 aylık süre içerisinde yapılıp yapılmadığının denetlenmesi ve itiraz sahibinin bu hususta varsa itirazını sunabilmesi bakımından sorun yaratmaya devam edecektir. KURUM ile yapılan görüşmeler sonucunda bu sorunların aşılabilmesi için çözüm önerilerinin WIPO’ya iletileceği öğrenilmiştir.

Evrak Görüntüleme Sistemine Dair Eski Uygulama

KURUM kararlarına yapılan karşı yapılan itirazlara ve yayına itirazlara dair dilekçeler ve ekleri Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları tarafından sisteme e-devlet şifresi ile yapılan girişlerle görüntülenebilmekteydi.

Evrak Görüntüleme Sistemine Dair Yeni Uygulama ve Bu Uygulamanın Uluslararası Marka Başvurusu Sahiplerine Etkileri

KURUM, 3 Eylül 2020 tarihinden itibaren 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (“KVKK”) kapsamında itiraz ve karşı görüş dilekçelerinin kimi zaman kişisel veri içerebileceğinden hareketle itiraz dosyalarını üçüncü kişilerin erişimine kapatmıştır.

Bu durum uluslararası marka başvuru sahipleri bakımından, kendilerine bildirilen itirazlara karşı görüş sunabilmesini zorlaştıran başka bir durumdur. Zira, itirazlara dair bildirimler itiraz dilekçesini içermemekte olup, KURUM uygulamada ancak marka vekilince vekaletname sunulması halinde dosya içeriğini erişime açmaktadır. Oysa SMK’nın yürürlüğe girmesi ile marka vekillerinin itiraz etme ve karşı görüş sunma gibi işlemleri gerçekleştirebilmek için vekaletname sunma zorunluluğu kaldırılmıştı.

Dolayısıyla, uygulama değişikliği, SMK ile getirilen yerel vekil kaydı yapılmaksızın işlemleri yürütebilme kolaylığını dolaylı olarak ortadan kaldırmaktadır. Uygulama uluslararası marka sahiplerinin yerel marka vekillerine yazılı bir vekaletname verilmesini zorunlu kılmakta ve yerel marka vekili tarafından vekaletname sunulması halinde dahi dosyanın yerel marka vekilinin erişime açılması günlerce süre alabilmektedir.

Bu durum özellikle uluslararası marka başvuru sahiplerinin, itiraz bildirimi almaları halinde yerel bir marka vekili ile iletişime geçerek ve yazılı vekaletname vererek çok hızlı hareket etmeleri gerekliliğini doğurmaktadır.

Sonuç olarak, 2020 yılında KURUM uygulamalarında uluslararası marka başvuruları ile yerel marka başvuruları arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak maksadıyla yılında önemli değişiklikler gerçekleştirilmiş ise de amaçlanan sonuca ulaşmak adına henüz kat edilmesi gereken bir süreç olduğu görülmektedir. KURUM’un yeknesak ve sağlıklı uygulamayı sağlayabilmek adına atacağı adımlar ve alacağı yeni kararlar yakından takip edilmektedir.

10. Kurum’un Mutlak Ret Sebepleri Kapsamında Tanımlayıcı ve Ayırt Edici Karakterden Yoksun Olma Koşulunu Değerlendirme Süreci Gittikçe Sıkı Bir Rejim Hâline Geliyor

2020 yılı süresince; Türk Patent ve Marka Kurumu (“KURUM”) tarafından 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (“SMK”) uyarınca mutlak ret gerekçeleri çerçevesinde gerçekleştirilen re’sen değerlendirmelerde tanımlayıcı ve ayırt edici nitelikten yoksun olma koşulunu daha sıkı bir şekilde uygulama yönünde bir eğilim gösterdi.

KURUM tarafından mutlak ret gerekçeleri çerçevesinde tanzim edilen son dönemdeki kararlar göz önünde bulundurulduğunda, SMK’nın 6. maddesi nezdinde iltibas değerlendirmelerinde yapılmadığı kadar sıkı bir değerlendirme yapıldığı, yabancı kelimelerden oluşan markaların tanımlayıcı nitelikte ibareler içermeleri sebebiyle reddedildiği dikkat çekmektedir. Zira, nispi ret sebepleri kapsamında değerlendirme yapılırken ortalama tüketicinin yabancı dil bilgisi minimum düzeyde risk değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulurken, KURUM’un oldukça yabancı dildeki teknik kelimeleri dahi, yalnızca direkt ilgili değil, ilişkili sınıflarda dahi re’sen yaptığı inceleme kapsamında reddetme yönünde bir yaklaşımı benimse eğiliminde olduğu gözlemlenmektedir.

Bu noktada KURUM’un, geçtiğimiz yıllara nazaran, tescil edilmek istenen markanın tescile konu edildiği mal ve hizmet grubunun toplum nezdinde oluşturduğu algıyı doğrudan dikkate almaktan ziyade, kamu yararını gözeten, inisiyatif alan bir uygulamaya yönelmektedir. Örneğin, 03, 05. ve 10. sınıflarda sağlık vb. sektörlerde kullanılmak üzere tescil edilmek istenen ancak toplumca bilinmeyen ve tanınmayan çok sayıda ibarenin tesciline cevaz verilmediği görülmektedir. Özellikle, KURUM’un düşük ayırt edici niteliği haiz markalara karşı sert bir tutumu olduğunu, düşük ayırt edici niteliği haiz markaları hemen hemen ayırt edici niteliği olmayan marka başvuruları ile bir tutan bir yaklaşım içerisinde olduğu gözlemlenmektedir.

Örneğin, tescil edilmek istenen mal grubu ile ilişkili olmasa dahi herhangi bir durumu tanımlayan basit ifadeler, yabancı dilde olsa dahi ağırlıklı olarak reddedilmektedir.

Yine de mutlak ret değerlendirmelerinde toplum algısından ziyade Türkiye’deki ilgili tüketici kitlesinin algısının daha büyük bir önem gösterdiği açıktır. KURUM yabancı dildeki kelimelerin durumunu ele alırken de ilgili tüketici kitlesinin tamamının mı yoksa belirli bir kısmının mı değerlendirmeye konu edileceğinin sınırını çizmiştir. Yargıtay tarafından da içtihat edildiği ve 2019 yılında yayınlanan, KURUM’un güncel olarak değerlendirmelerine gerekçe gösterdiği Marka İnceleme Kılavuzu’nda da belirtildiği üzere, “Ortalama tüketici profili de çekişmeli mal ya da hizmetlerin alıcıları esas alınarak belirlenir. İngilizce bilenler bakımından “eBrandValue” ibareli başvuru hiçbir duraksamaya yol açmaksızın “elektronik marka değerleme” anlamına gelecek şekilde algılanacaktır.” ifadesiyle, tüm tüketicilerin algısından çok İngilizce bilen tüketicilerin algısının markanın tanımlayıcı olduğu değerlendirmesinde yeterli olacağının altını çizmiştir. Dolayısıyla, KURUM’un mutlak ret gerekçeleri çerçevesindeki tüketici bakış açısının, nispi ret gerekçelerinde olmadığı kadar katılaştığını kabul etmek gerekir. Nitekim, KURUM nispi ret çerçevesinde gerçekleştirdiği değerlendirmelerinde ise ortalama tüketicinin yabancı dildeki kelimelere her zaman aşina olmadığı/olamayacağı hususunun özellikle altını çizmektedir.

Her ne kadar gerek doktrinde gerekse Yargıtay ve KURUM tarafından verilen kararlarda markaların kapsamındaki ürün ve hizmetler bakımından toplumdaki ve tüketicideki algılamanın ne olduğu noktasına dikkat çekilmişse de değerlendirmelerdeki asıl amacın, herkesin kullanımına açık olması gereken birtakım işaretlerin bireylerin tekeline verilmesinin önüne geçilmek olduğu, bu anlamda kamu yararını gözeten bir yaklaşım sergilendiği anlaşılmaktadır.

Bu noktada, KURUM’un son zamanlarda gerçekleştirdiği mutlak ret değerlendirmelerinde özellikle kamu menfaatini ön planda tuttuğunu, yani tanımlayıcı olduğunu değerlendirdiği bir ibareyi herhangi bir kişinin tekeline bırakmak istemediğini, nispi ret değerlendirmelerinde ise marka sahibi gerçek veya tüzel kişilerin menfaatini korumak amacıyla incelemeler gerçekleştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.